16 Kasım 2009

sevdim seni bir şekilde

yunusa her yerden çok uzakta' yı vermem ve bugün oturup kitaba bakmamız, bazı bölümleri tekrar okuttu bana. hayatımın altına sızmış ve ben dediğim varlığa karışmış cümleler... şu cümle her şeyi anlatıyor aslında;
"haftalarca, her sabah uyandığımda, geceleri yatağımdayken, buna dayanamayıp ağlamak istedim. dayanabildim ve ağlamadım. ağlanacak bir şey yoktu ortada."

bunun dışında sanırım her şey yoluna girdi artık. ipekle, fıratla, erkek ırkıyla... bazı şeyler kendi kendine çözüldü, bazıları koptu ve bazılarını çözmek için çaba verdim. ama, mutluluktan geçtim huzur lazım derim ya. hakikaten öyle... içimdeki huzursuzluk sadece arada uğrayan bir misafir artık. belki bu yüzden canımı acıtan ama zamanında sevdiğim herkesi affettim. bunun kapıları açmak olduğunu düşünürdüm. ama fark ettim ki aslında bu şekilde kapanıyormuş kapılar. şu saatten sonra giden ya da gittiğim her kim varsa, tekrar bana gelse kaç yazar...

tek sorun yanlış bir yere sürüklenme ihtimalim. bundan korkuyorum. korku beni cezbediyor. evet tek sorun bu. ama bunu da sorundan saymamalı belki de.

8 Kasım 2009

benim şöyle bi huyum var, hislerimi çok abartıyorum. ya da abartmıyorsam da çok çabuk pes ediyorum. yine öyle oldu. bitti. ve evet iyiyim.

31 Ekim 2009

duygusal mod: on

hayatımın dengelerinin çok azının elimiz olduğunu bilirken, birilerine kendimden bir şeyler anlatmak bazı şeyleri göze almak demek gibi geliyor artık. güvensizlikten böyle oldu. o kadar güvensizim ki anlattıklarım karşıma çıkacak gibi. zayıflıklarım kullanılacak, birileri bunlarla dikkatimi çekip arkamdan beni çamura itecek sanki. bu yüzden de daha önce hiç olmadığım kadar kapalı bir kutuyum artık. garip gelse de çok rahatsız etmiyor bu durum. masumiyet, saflık yaşadıkça kaybediliyor, en erken kaybedenler en az yıpranıyor.
ve iki isim geliyor aklıma, iki kişi dışında kimsenin haketmeyeceği kadar açığım halen. biri, yanımda olmasını çok istesem de benden uzakta artık.
diğeri hayatımın kadını.
hayat öyle enteresan bir şey ki hep benimle olun diyemem yine de insan bulduysa bırakmamalı, ben hep sizinleyim.
onlardan birine, hayatımın kadınına, dilaraya.

8 Ekim 2009

hastalık mevsimi

"ne kadar hızlı yaşarsak o kadar hızlı kaybederiz. bu yüzden ağırdan almalı." diye bir cümle kurmuştum bir önceki yazımda. gerçeklik payının düşündüğüm kadar olmadığını anladım iki haftalık bir zaman dilimi içerisinde. bir şey olmayacaksa olmuyor, bunu iki yıl sonra anlamakla iki hafta içinde anlamak arasındaki fark bıraktığı acıyla ölçülüyor, daha ötesiyle değil.
ben öyle bir şey istiyorum ki, onun için herkesten fazla kendisinden az olayım. saçma sapan şeylerle yıpranmasın, sık olmasa da görüştükçe anlatacak binlerce şey olsun aramızda. bunu ne kadar yapabildim bilmiyorum ama hiç yapamadıysam da her seferinde böyle bir heyecanla attım ilk adımımı. her şeyi yapabilirdim, çok uzun süreler alabilirdi. beni titretirdi.
ama tutarsızlık ve çelişkiler yığını olan insan... insan korkuyor. insan yoruluyor. hele hele teklikten çokluğa geçiş varsa durumlar işin içinden çıkılmaz haller alabiliyor.
sonuç olarak elde "tüm erkekler aynı işte." gibi bir cümle, geniş bir alanda etkisini hissettiren boşluk, bir tutam hissizlik ve koca bir güvensizlik var.

2 Ekim 2009

öss öğrencisi bir genç kızın gizli defteri tadında yazılar 1

bu yazacaklarım tüm insanlığa bir sesleniştir. dikkate almak ya da almamak elbette zaman verip okuyanın elinde ama biliyorum şöyle böyle yaşıyoruz bunları muhakkak.

-bazen o kadar anlamsız muhabbetlere konu olursunuz ki bunların üzerine kafa yormak bile saçmadır.

-kafanızı saçma sapan şeylere takıp gerilirseniz, patladığınız kimseler bunu en az hakedenlerdir. bu durumun anlaşılması lafın ağzınızdan çıktığı ana rastlar. yani o an, karşınızdaki kadar sizin için de kötüdür.

-sınava çalışıyor olmak çok şeyi değiştirir.
hayatımın en dağınık dönemleri bunlar. kötü ya da iyi olması bakımından değil. hiç bir şeye gücüm olmadığı için. yorgunluktan eve gelip 2 saate kalmadan sızdığım için. aslında olay şu; ben hiç bir şeyi tutmaya, toplamaya çalışmıyorum. benimle kalacaklar kalır, istemeyenler, zamanında yaşanan bir şeyler yüzünden doğan terslikleri düzeltmek için çabalamamı bekleyenler gider. bu tamamen ve tamamen yorgunluk ve düşünmeye vakit bulamamakla ilgili. ne istediğimi bilmememle bir de.

-ne kadar hızlı yaşarsak o kadar hızlı kaybederiz. bu yüzden ağırdan almalı.

-tutunamayanlar' da yalnızlık ve kelimelerle ilgili olan çok uzun cümleler topluluğunu okuyup, oğuz atay' a "sen ne muhteşem bir adamsın ya!" diye topluluk içinde seslenmeye kalkarsanız, çevrenizdekiler büyük bir aşk itirafı ve ötesini bekler, aman dikkat.

-eğer "ilk sınava 200 gün kaldı bugünü de saymazsan 199" diye bir cümle duyup küfretmiyorsanız ortada bir sorun vardır. kendinizi bir gözden geçirin.

şimdilik bu kadar ben uyumalıyım.


17 Eylül 2009

ben bana kavuşunca

beni özleyin derken 5 gün boyunca bloggerdan uzak kalacağımı düşünmemiştim. bilmiyorum beni özleyen oldu mu ama ben buraları cidden özlemiştim.
hayatım şimdilik kimseye anlatmadığım ve çok uzun zamandır yaşamadığım yeni bir heyecanla titrerken, ben tutunamayanlara başlayıp kendisine aşık oldum, karakterimiz selim'e de aşık olmaya giden çok büyük bir sempati duydum. bu kadar zaman kitap okumamışken başlangıcı tutunamayanlarla yapmış olmak beni hala hafif korkutsa da, kitabı normale göre uzun bir sürede bitirmem mümkünse de, evet sonunda özlediğim bana kavuştum sanıyorum. bunu anlamamı sağlayan bir durum da dün içimden derin bir "yazmalıyım!!" talebinin gelmesi. her ne kadar kendisini geri çevirsem de sonuçta bu da bir adımdı benim için.
bugünlük bu kadar olsun on dakikaya tamamen hazırlanıp çıkmalıyım.

11 Eylül 2009

günler günleri kovalarken; (2)

çalışıyorum, çalışıyorum. bunu bu kadar sistemli yapacağımı ve böyle çabuk ayak uyduracağımı düşünmemiştim, güzel bir duygu.

derslerim öğlenden akşama kadar bütün günümü yiyip bitiyor. gördüğüm insanların yüzü hemen hemen dersanedekilerle sınırlı. bi yandan iyi bi yandan kötü bi durum.

erkeklerin pek çoğunun genel özelliği, saçma sapan şeyler yapmak, bunu sonra farketmek. ve kendileri farkettiği için artık her şeyin telafi edilebileceğine inanmaları. öyle olmuyor canlar, cidden olmuyor.

tesadüfler hayatı büyük bir oranda işgal edebiliyor zaman zaman, valla.

sanki yıllardan beri elime kitap almıyorum ve asırlardır adam akıllı bir şeyler yazmıyorum gibi geliyor. boşluk hissinin sebebi burda aslında. bense "bu his neden var?" diye başka yerleri didikleyip duruyorum.

bugünlerin teknolojik gelişmesi aniden ipod almak oldu. bir sınavda iyi bişeyler yapmak ve biraz çalışmak sayesinde bunu başardığımı düşünüyorum. eh hayırlısı.

her genç, bir termos bardak edinmeli. tavsiye ediyorum. çantada istediği kadar dönsün bir şey olmuyor, 2 saat sonra bile sıcak. evet yapın bunu millet. hele bu sene çok lazım.

hayatım bu çerçevede dönüyor anlayacağınız. şimdi kalkıp elektrikten ödev olan yüzlerce teste kaldığım yerden devam etmeliyim.
özleyin beni.

8 Eylül 2009

anneeee

"kesin çenenizi
yiyin yemeğinizi." diye bir cümle kurdum. içimde bir yerlerde annemden bir tane var ve arada bir kafasını çıkarıyor galiba. kötü, çok kötü.

6 Eylül 2009

günler günleri kovalarken;

artık dersaneye tam olarak alıştım sanırım. 4' ü sözel olan 7 saat dersten bile o kadar yorgun değilim. ve bu güzel birşey.

ford fiesta reklamlarında arabanın rengi muhteşem. öyle bir elbisem, atkım, şapkam olsun istedim deli gibi.


bir insanın adı nazımsa kesinlikle muhteşemdir. tanışılmalı, kaynaşılmadır. dünyanın en iyi fizikçisi, en iyi abisinin adı nazım.

son yaşananlardan sonra çok tutuşsam da bu durum etkisini sürdüremiyor. zaten böyle de olmalı sanırım. verdiğim tepki de, artık bu kadar az etkilemesi de insan olmamla alakalı çünkü.

4 Eylül 2009

hem hafif hem ağır

fonksiyon, noktanın analitiği derken ödevleri yapmaya, hatta hafiften fazladan çalışmaya bile başladım artık. hatta bir kaç gündür yüzüm her zamanki fazla gülen halini almış, keyifli günler geçirmeye başlamıştım. normal bir hayat yaşıyorum denebilirdi.

dünden sonraysa şu an nerde, ne durumda olduğumu hiç mi hiç bilmiyorum. aynı anda tarif edilemeyecek kadar huzurlu ve bir o kadar huzursuz olmayalı aylar geçmişti. ince bir titreyişe kapılmanın ne demek olduğunu da unutmuştum.

peki ne oldu? o kadar zamandır bastırdıklarımın altından ne çıkacağını bilemedim. sadece kendimi kandırışımın yüzüme böyle güzel vurulması ve şimdi yine gardımın düşmesi.

bana feridun düzağaç'ı, 1980'i, sigarayı ve çayı bırakın yeter. gerçekten inanıyorum, normal görünümlü bir hayat yaşamaya devam edebilirim.

3 Eylül 2009

ben bugün;

hakikaten şaşkınım.
şaşkınlığın sebebi yüzünden mutluyum.
mutlu olduğum için kendimi çok saçma buluyorum.
bu kadar saçma olduğum için neden yapılacağını bilmediğim bir buluşmaya hazırlanıyorum. aslında nedeni düşünülürse bulunabilir ama amacını anlamak hakikaten imkansız gibi geliyor.
hazırlandığım buluşma aslında çok yanlış olabilir. ama bunu hiç düşünmüyorum bile. rahatsız olmamak için düşünmüyorum. ya da belki de düşününce rahatsız olmayacağımdan aklıma bile gelmiyor bu durum.
ve merak ediyorum acaba nasıl olacağım bugünden sonra. daha hafif, daha ağır, daha rahat, daha berbat... hangisi var önümde?
ama soruları ve sonları düşünmezsem gerçekten mutluyum.

29 Ağustos 2009

içimizi dolduranları boşaltmalı!-4

bu ara üst üste çok büyük itiraflar yapıyorum insanlara ve farkındayım hiç biri söylediklerimin benim için ne kadar hassas olduğunu anlamıyor.

evet bu aralar hayatım şu ikisi arasında bocalıyor:
1- insan kendisini birisini sevdiğine bir şekilde inandırıyorken, konu onun hep yanında olmaya gelince kendini kandıramıyor. birinin hep yanında olmayı istediğini farketmekse biraz mutlu ediyorken pek çok kaygı veriyor.
2- eğer yapabilecek durumda olsam arkamı dönüp giderdim. gideceğim yerde de binlerce sorunla yüzleşmek zorunda kalacak olduğumu bile bile hem de.

ve bu bocalama: hayatımdaki gelişmeler ve bunları evde karşılamanın, daha günlerce evde olacak olmanın verdiği bütün kötü duygular yüzünden içinden çıkılmaz ve çekilmez bir hal aldı. bunu da uyuyarak gösteriyordum ta ki iki gece önce sabaha kadar bir dakika bile uyuyamayıncaya kadar. uykuya sığınılamayacağını, o kadar da güvenilemeyeceğini anladım o kabus gibi geceden sonra.
dersane başlasın artık. çünkü bu aralar kendimi "dersane başlayınca gezicem tozucam, evde de başımı dersten kaldırmayıp can sıkacak şeyler düşünmeye fırsat yaratmıycam." düşüncesiyle avutuyorum.

25 Ağustos 2009

yeni başlangıçlar

bir süredir izliyordum ve sonunda dayanamadım, artık benim de twitterim var.
yıl içinde 140 karakterlik iletiler yazarak rahatlamak niyetindeyim.
hayırlısı.

23 Ağustos 2009

denge bozuklukları

gece yaşayan gün içinde fazlaca uyuyan bir insan oldum çıktım.
bahanesi; sadece geceleri ders çalışabiliyorum.
koca bardak çayım, radyo odtü ve pencereden giren havanın serin olması sayesinde oluyor bu.
ve hayatımızın bu yılına biçilmiş rolü, tatilin son günlerinde üstlenmek istemesem de, sağdan soldan o kadar çok baskı varken kabulleniyorum ve başlıyorum çalışmaya.
bir yandan da, ben daha tm' den mi yoksa mf' den mi bölüm seçeceğimi bilmiyorum.
sınavın araç değil amaç olması durumunun içine paldır küldür düşmüşüm de farkında bile değilim anlaşılan.
ve o kitabın alınmasına ben sebep oldum diye gururlanıyorum. hem mideye hem geleceğe faydalı bir insanım sanki, en azından dilara için.

21 Ağustos 2009

tatilin yol açtığı saçma sapan durumlar

facebooktaki insanları kategorize etme manyaklığında son noktaya gelindiğini farkettim.
tamam insanlarla aynı olma duygusu kendini güvende hissetmek için birbirebir. ancak elini yastığın altına koymak ya da koymamak bunu sağlamamalı sanki...
tatilde olmamızdan dolayı her şeyin bu kadar abartı olduğunu ya da tatilde olmamın beni bu kadar takıntılı yaptığını umuyorum.

rüya yorumu yapabilen?

bu aralar çok renkli rüyalar görür oldum. normalde hiç rüya görmediğini söyleyen ve zaman zaman bundan yakınan benim için tuhaf bir dönem.
rüyalarım, gördüğüm insanları korkuyla arayıp sormama sebep olacak kadar kötü etkiliyor beni.
en son gördüğüm rüyaysa nasıl bir ruh halinde olduğumu tam olarak açıklıyor sanırım.

okuldayız ve savaş çıkmış. bizler de, öğrenciler olarak savaşıyormuşuz.
bir yere 5 kişilik bir topluluk olarak yürüyoruz ancak ben diğer 4 kişiye göre biraz geç gidiyorum oraya.
ve bulunduğumuz yerde 4 kişinin bir arada durabileceğini fark ediyorum.
her şeye rağmen yanlarına gitmeye çalışınca, birisi dönüp üç dakikaya kalmaz ölürsün burda diyor bana.
ve ben fırata dönüp, ölürsem yanımda olmanı isterdim bu durumdayken, diyorum ve tam başka bir yere yürüken yakınlara bir yere bomba düşüyor.

kahverengilerin ağırlıkta olduğu, iç sıkıcı bir rüyaydı. ve ben iki gündür çok takılmış durumdayım kendisine.

19 Ağustos 2009

insanların en yakınım dediklerine karşı bile ikiyüzlü olması.
bunun o en yakını da ikiyüzlülüğe itmesi.
buna ne demeli bilmiyorum.

nası bi ses tonun var??!

bu sıralar evde büyük çaplı bir temizlik olması pop müzik kültürümü biraz olsun ilerletti.
şimdi sizlerle, benim için geçtiğimiz iki gün içinde apayrı bir yeri oluşan, beni çok ciddi düşünmelere iten bir şarkıyı paylaşacağım.
yazının kalan kısmını okumadan önce eğer isterseniz burdan dinlemeye başlayabilirsiniz.

müzik başladığında klasik bir pop şarkısıyla karşı karşıya olduğumu düşünüp, temizliğin verdiği ruh haliyle ritim bile tutturmuştum.

Biliyorum yandı gemiler
Beni gören seni bana diler
Belki de kapına dayandı çoktan yeniler


zaten şarkı ilk bölümüyle gayet normal başlamıştı. normal bir pop şarkısıydı işte.

Bir rüzgar esince saçların
Dalga dalga dalgalanır ya
Görülenden derin yamaçların
Sonra sonra algılanır ya


burası da "nasıl doldurmak isterseniz öyle doldurun." diye dinleyicinin önüne atılmış bölümdü. tehlikeli ve ilgi çekiciydi. yani bu zamana kadar her şey gerçekten normaldi.

Ne kadar güzel büyülü bir kokun var
Sen görmeden bir yel eser senden
Nasıl bir ses tonun var
Ne söylesen masal gelir La Fontaine'den
.

ama ama son iki dizede bütün büyü bozuldu. daha doğrusu şarkı bütün normallik kalıplarından sıyrıldı.

La Fontaine' den masallar okuduk muhakkak. fabl diye özel olarak adlandırıldığını öğrendik hatta.

sözleri anladığımda ilk aklıma gelen, seslendiğine kötü bir şey söylüyor olabileceği oldu ama hayır şarkının geneline, söylenme tarzına bakınca böyle olmadığı anlaşılıyordu.
sonra acaba karşıdaki çok eğitici-öğretici bir kişilik, ne söylese yeni ufaklar mı açıyor insanın önünde diye düşündüm. ama bu tip insanlara bu tip şarkılar yazan biri değer vermez gibi geldi ve bu fikrimden de vazgeçtim.
son olarak, masalları düşündüm; külkedisi, pamuk prenses... bütün o sonsuz aşk söylemleri altında beynimize kazınanlar... evet bahsedilen bu olmalıydı ama la fontaine' in tarzı bu değildi. ve kararımı verdim şarkıyı her kim yazdıysa adamın nasıl masal yazdığını bilmiyormuş. çok ama çok acı.


15 Ağustos 2009

okumalı, okutmalı

Her Yerden Çok Uzakta' yı bir oturuşta bitirdim bugün. tamam farkındayım kitap sadece 92 sayfa ama öyle uzun zamandır sallantıdaydım ki kendimi bunca kaptırıp okumaya hasret kalmışım. bunun sebebi benim artık hazır olmamdı belki de, ama okuduğumda ve cümlelerin altını çizip durdukça hayatımın kitapları arasına kondurdum ben bu kitabı.
bilenler hatırlasın, bilmeyenler fikir sahibi olsun diye;

"küçük çocukların akıllısa da kafası çalışmayanı da aptaldır işte. aptalca şeyler yaparlar. akıllarından geçenleri pat diye söyleyiverirler. düşünmedikleri bir şeyi söylemeyi öğrenmemişlerdir henüz. bunu daha sonra, yetişkinliğe geçip, yalnız olduklarını anladıkları zaman öğrenirler."

"bana bir taş gerekiyordu. tutunacak, ayakta duracak bir şey. katı, somut bir şey. çünkü her şey yumuşamaya yüz tutuyor, pelteleşiyor, bir bataklığın içinde sislere gömülüyordu. sis dört bir yandan çörekleniyordu."

"artık hiç bir şey o kadar önemli görünmüyordu. asıl önemli olan, acıdan uzak durmak gibi geliyordu."

"bazı konularda doğru söylemek yerine yalan kıvırmak çok daha kolaydı."

14 Ağustos 2009

bir tespit daha

gece karanlığında merdivenden iniyor ya da çıkıyorken son basamağa geldiğimi bilsem de içimde hep "ya bi basamak daha varsa?" korkusunun kabarması. bu yüzden adımlarımı iki basamaklık atmam. özellikle inişte ciddi sorunlara sebep oluyor bu durum.

13 Ağustos 2009

bir batıp bir çıkıyorum ihtimaller denizinde


tesadüflerin birbiri üzerine birikmesi sonucu yüksek sadakat dinlemem, adını yeni öğrendiğim cemil demirbakan' ın gruptan ayrılmış olmasına tekrar üzülmem.

bırak beni boğulayım gözlerinin tam içinde,
dibe vurup dağılayım ihtimaller denizinde.


11 Ağustos 2009

lambayı yakma, bırak

kışa özlem duyanlara biraz olsun sakinleştirici etkisi yapsın diye olsa gerek ankaramın akşamları fazlaca serinledi.
açık bir cam önünde kitap okumak, hüzünlü zamanlarda sabahlamak için beklenen havaların öncüsü bu gelen.
cam açıkken yatıp arada bir esen rüzgarı hissetmek demek.
hüzne hazırlanmak demek belki. yıldızların artık yüzlerini göstermediğini yılın her zamanına göre daha çok farketmek demek bu yüzden.
son olarak; bugün, ellerimin üşümesine ve ellerimle tepki vermeye yürekten bağlı olduğumu anladım bir kez daha.

10 Ağustos 2009

tatilde televizyon izlemek


yarışmada sadece bulmaca çözülüyor farkındayım. yine de sunucu bunu biraz daha renklendiremez miydi? yapabilirdi bence. devir: eleştirsek ya da bayılsak da pazarlama devri. cem davran' ın bu yöndeki tek çabası soruları "soldan sağa beş haarffff" şeklinde okumak gibi geliyor bana. ve 'harf' kelimesine yaptığı bu vurgu çok sevimsiz geliyor kulağa.
tam kafayı yiyecekken dexter başladı ve sakinleştim. bu da bir şey. çözmeye çalışır eğlenirim.

8 Ağustos 2009

iphone


reklamlardaki tüm telefonların iphone olması. tuhaf geliyor.

6 Ağustos 2009

6 Ağustos 1945

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.


Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kağıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.


Nazım Hikmet

5 Ağustos 2009

"sensiz yanacak sigaram." deli gibi acıtıyor bu cümle.

badem-sensiz kalacak bu şehir

facebook

facebook olmasa ne yapardık bilmiyorum. düşünme yeteneğimi kaybetmek için daha kolay bir yol olamazdı.
biri beni durdursun.

kararlar

kendimi sık sık beyaz uçuşan bir elbiseyle bir köprünün ortasında düşünüyorum bir süredir.
ve şu sonuca varıyorum: bu sefer her şeye rağmen o elbiseyi kirletmeden yürümeliyim.

30 Temmuz 2009

yeni bir heyecan

hikayeden blog takipte olduğum bloglardan biriydi uzun zamandır. şimdi de içinde bulup yazdığım bir blog halini aldı. sıradan veya sıradışı adlı hikayenin yazarlarından birisiyim.

28 Temmuz 2009

görmek'e dair...

görmek adlı yazıma sessiz sedasız bir resim ekledim dün gece. üzerine çokça uğraşılmış bir resim hem de. ve bir yazımın okunup üzerine bir şeyler çizilmiş olması beni deli gibi mutlu etti. ancak bu söylediklerime rağmen resim bana ulaştığında fazlaca öküz bir dönemimde olduğum için kendisine gereken ilgiyi gösteremedim. bu yüzden bir özür dilemem gerekiyor, pek tabi bütün o uğraşı ve verdiği değer için de bir teşekkür etmeliyim selim'e...
bir de; hepsinden değil ama hayatın kimi pencerelerinden odaklandığımız bazı noktaların ortak oluşu için mutlu olduğumu söyleyebilirim, başlamışken.

bir vagon ve bir kitap





























tatile gitmeden önce, metroda bulunduğum herhangi bir günde kafamı kaldırıp her zamanki gibi boş boş bakarken birden sana odaklandım.
elindeki kitaba bakışındı beni buna iten.
okurken yüzünün aldığı ifade.
duruşun...
o kadar kısa süre içerisinde bunları ayırt edemedim tabi, sonradan farkına varıyorum bu durumun. ben seni öyle görünce bir de kitabına odaklandım ve "sana gül bahçesi vadetmedim"i okudu gözlerim. kitabın ismi vurmuştu, ekşi' deki yorumlar fena değildi. kitabı aldım ve okudum ankaradan uzakken. evet sevmiştim.
bütün bunların üzerine seni, yani karşımda oturan ve yüzüne odaklanmadığım seni normalde sevemeyeceğim kadar çok seviyorum. hiç kirlenmemiş ve kirlenmeyecek bir duygu bu. sanırım bu yüzden de sonsuz. kulağa hoş geliyor... okumayacağını bile bile yazıyorum bu yüzden.

26 Temmuz 2009

belgelenmemiş bir mutluluk

tatilin son günü ipeğimin gelişiyle şenlendi. başkalarıyla mecbur kalarak yaptığım konuşmalardan sonra en içten konuştuğum, en içten gülüp en içten hüzünlendiğim gündü. aslında sadece 8 saatlik bir zaman dilimiydi. ama dönüp bakınca eğer yaşanmasaydı ankaraya çok kötü dönerdim gibi geliyor.
söylenecek hiç bir şey hissettiklerimi açıklayamayacak ama artık sözcüklere sığınmamıza gerek yok sanırım.
ancaak denizi olan, ait olmadığımız o yerde buluşma başarısını göstermişken beraber bir tane bile resim çekilmeyişimiz beni çok ciddi düşüncelere hapsetmekte. en basitinden o resmi buraya koyabilmeyi çok isterdim.

evim güzel evim!

çok uzun ve genel olarak çok yavaş geçmiş bir zamandan sonra otobüsün izin verdiği ölçüde ankara' yla karşılaşmak muhteşem bir duyguydu. aştiye ayak basmak huzur demekti. eve gelip oradan oraya koşuşturmak mutluluk kaynağıydı.

açıklama: tatil sıkıcı geçmiş bir süreç olsa da yazacak çok fazla şey birikti. onları uzun uzun bir tek yazıya sığdırmaktansa tek tek yazacağım.

18 Temmuz 2009

zaman kaybı yaşamak?!

çok uzak kaldım. kendimi kuşadasında bulaşık yıkamaya adanmış bir hayatın bir parçası olarak görüyorum. korkuyorum, kaçırdıklarımı yakalayamayacağım diye. bu beni öyle bir yoruyor ki öfkeleniyorum. öfkem dağılıp duvarlara sonra duvarlardan dönüp yine bana çarpıyor.
mesafeler yoruyor derdim. bunu bu kadar durağan bir dönemde hiç yaşamamıştım. ve bu yüzden de normalden de fazla acıtıyor mesafeler, uzak kalınmış zamanın giderek artmasıyla üzerimdeki ağırlık da artıyor. ankara burnumda tütüyor.
hasan ali toptaşa hayranım, cümlelerimin ona benzemesi cezbediyor ama bir yandan da yanlış tabi.
off çok sıkıldım!!!

29 Haziran 2009

kısacık bir mola

ilk kez tek başına bir yerlere gidecek olmanın hafifliği ve üzerime bindirdiği yükler...
kısa bir süreliğine olsa da uzaklaşmak...
kendime hep sorduğum gidersem acaba içimdekiler de benimle gelir mi? sorusuna yanıt bulacağımı umuyorum.

deli gibi eğleneceğime eminim. çünkü bunu kafaya koyup gidiyorum. yanımda da bana bu konuda destek olacak sevdiklerim olacak.
bembeyaz gidip kapkara döneceğim sanırım bir de.

kısacası yarın akşam saat 9' dan itibaren ankara' dan uzaklaşmaya başlıyorum. mersin' de geçecek kocaman bir hafta sonrası görüşmek üzere!...

25 Haziran 2009

geride kalmak

şu dünyada yaşamış olduğu için, kendisini tanıdığımız ve geride bıraktığı izler için çok şanslıyız...
ve
yaşanan haksız ve kötü her şey için, karadeniz bölgesindeki kanser için mesela... sanırım bütün bunları tanımlayabilecek bir sıfat yok yeryüzünde...

22 Haziran 2009

tespit

arada kalmayı, belirsizliği sevmeyip bu durumlarda bir sonuç arama telaşı. başıma ne geliyorsa bu yüzden geliyor.

Görmek


Üzerine yazmaktan vazgeçilmeyecek mekanlar hep olacaktır sanırım. Malzemeleri asla bitmeyen... Bitmeyecek olan... Sınırlı sonsuzlukların en sınırsızı olan mekanlar. AŞTİ bunlardan sadece birisi. İnsanların yüzlerine bakıp onları incelemek ve anlamaya çalışmak vazgeçilmezse eğer, daha doğru bir yer olamaz. Ufak bir boş bulunmaya, bir yorgunluk belirtisine çeşit çeşit anlamlar yüklemek, onlara hiç bir zaman yazılmayacak hikayeler düşlemek... Tarif edilemez bir keyifle gülümsemeye sebep oluyor. Bir yandan da buruk olan bir gülümsemeye. Çünkü bir kez bile olsa yandıysa insanın canı, başkalarınınkinin nasıl acıdığını tahmin edebiliyorsun. Acıyı düşünmek, başkasının olsa da gelip dokunuyor hassas bir yerlere. Belki çok gereksiz bir davranış belki sadece acımaya yer aramakla ilgili.

İnsanlar gidiyor akın akın, gelenler kadar. Bu kadar çok gidip gelişimiz hiç bir yeri yer yurt edinemeyişimizle mi ilgili? Hayatın bize yüklediklerini yaşamaktan başka yol bulamayıp sorumluluk yüzünden gitmek ve gelmek değil mi yoksa yaptığımız? Çok büyük keyifle gidilen bir yerden buruk dönmek doğru yerde olmadığımızı göstermez mi? Ya da sadece kan bağıyla bağlı olduğumuz ama aslında hiç tanımadığımız birinin sözüne gitmek sadece bir zorunluluk değil mi? Peki bunu bile bile gitmek ne kadar samimi kılıyor bizi? Evet farkındayım zaten çok az zaman gerçekten samimiyken bu cümleyi kurmak da büyük bir samimiyetsizlik. Ama elimden başka türlüsü gelmiyor. Kafamı bu ve bunun gibi onlarca soru dolduruyor. Sorgulayarak yaşamak insanı bir kat daha yoruyor. Yine de kendi yaşadıklarını sorgulayıp işin içinden çıkamamaktansa başka şeylere yönelmek hafifletiyor oluşan baskıyı.

Binlerce hikaye yaşanıyor. Ne kadar insan varsa o kadar hikaye. Düşününce aklın almayacağı kadar çok. Altında neler olduğunu düşünmeden boş boş bakıyoruz çoğu zaman gözlere. Buğulularını gördük mü 'kesin değmeyen bir şeye ağlıyor.' diyoruz, yaşadıklarımıza dayanarak. Yaşarken aynı şeyi yapmış olduğumuzu bir kenara itiyor ve bu yüzden küçük görüyoruz gördüklerimizi. İkiyüzlülük diye düşünüyor insan en başta, değil halbuki. Unutmazsak çıldırırdık çünkü. Unutmak en büyük ilaç. Zamana dayanan bu yüzden etkisini çok zor gösteren bir ilaç. Zaman bazı konularda çok hızlı bazılarında yavaş. Çelişkilere dayanıyor her şey. Bu yüzden belki de elimizi attığımız ne varsa karman çorman olması. Bu yüzden açmaya çalıştıkça iyice dolanması ve yine bu yüzden tam açtım derken küçük de olsa bir kördüğüme rastlamak. Sonunda onunla yaşamaya alışmak.

Babam ve Oğlum'da derdi kadın, zamanında aşık olduğu adama içi parçalanarak ve içimizi parçalayarak, alışılmaz mı ya alışılıyor diye. Ne varsa kanıksıyoruz. Ve bizden çok önce başlamış oyunu zorlukla kanaya kanaya öğreniyor, istesek de istemesek de kurullarına göre oynuyoruz. Bütüne kendi küçük hikayemizle kıyıdan köşeden dahil olmaya çalışıyoruz en açık ifadeyle...

18 Haziran 2009

aman yarabbi!!

kitap okumuyorum. evet ben kitap okumuyorum. okuyamamak bile değil okumamak. aklıma bile gelmiyor. bu durum, düşününce beni çok derinden etkiliyor. kötü, çok kötü.

15 Haziran 2009

kaçış

kadınların bunaldıklarında, yeni başlangıçlara ihtiyaç duyduklarında yaptığı şeyleri az çok herkes bilir. saçlar sorun edilir; kestirilir, boyatılır. kilolar dert edilir ve sanki hep öyle devam edecekmişcesine hemen kilo vermek adına eylemlere başlanır. erkekler bu durumu pek anlamasalar da kabullenirler. çevrelerindeki kadınlar bu hale düşüp duruyordur çünkü. ve ne yaparsak yapalım, o saçlar kesilse de o kilolar verilse de insanın içindekiler bağırıp durduğu sürece değişiklik faydasızdır. ergenlikten beri bunu yaşayan kadınlar da bu çabanın işe yaramazlığını çabuk anlarlar yine de o dürtüyü yenemeyip her seferinde tekrar tekrar düşerler bu saçma sapan ruh haline.

okullar kapandığından beri, ki kapanmasından bir süre önce bile evde kaldığımızı düşünürsek, sıkıldıkça ders çalışıyorum. evet, yapıyorum bunu. lütfen bu hatun manyak falan demeyin ya da söyleyin siz bilirsiniz, ben de kendime durup durup bunu diyorum çünkü. yine de önümüzdeki yıl bir sınavın bizi beklediğini düşününce gayet mantıklı geliyor yaptığım eylem. ya da bu sefer saçlarımı gerçekten uzatabileceğime olan inancımı arttırdığı için güzel buluyorum.

sonum nereye varır, sıkıntı bastıkça kaçıp ders çalışmak beni kaçtıklarımdan daha ne kadar kurtarır bilmiyorum. ama gidebileceği yere kadar gitsin, razıyım.

11 Haziran 2009

zamana bir süre mola

bir yerlere sığınmak istiyoruz, bir şeylere mecbur bırakılıyoruz. hala farklı bakıyorum dünyaya, sanki hala midem kolayca ağzıma gelecek gibi. ama geçti işte. sancılıydı. zaman duygusu olmadan; yavaş, çok yavaş ve bir o kadar da kısa sürdü aslında. şimdi gerçekten bazı tercihler yapmış olarak, en bilinçsiz göründüğüm anlarda en bilinçli kararlarımı almış olarak yürüyorum. yaza iyi başlamalıydım ya, sanırım bugün yaza iyi başlamak adına atılmış bir adımdı.

uzun zaman sonra bir ağıt yaktım. bastırılmışlıkların arasından çıkabilmesi için irademde boşluklar oluşmalıydı, yanımda bunu söylemeye çekinmeyeceğim insanlar bulunmalıydı. şartlar böyleydi ve yaşandı. midem boşalana kadar kusmam gerektiği gibi, içim tam olarak boşalana kadar tekrar tekrar yaşayacağım bunu belki. ama her seferinde daha sağlıklı olacağım.

ve sığınmak istiyoruz ya. bu sefer önce kendime koşacağım. hiç tanımadığım derinlerime bakacağım. umuyorum. umuyorum...

bir de sızmamla ve uyanmamla ilintili olarak aklıma bir şarkı çarptı, bir süre işgal edecek orayı sanırım.

feridun düzağaç-"yeniköy"

**yeniköy'de dinlenildiği zaman bambaşka etkiliyor insanı söylemeden geçmeyeyim.

Çok uzun gemiler geçiyor boğazdan
Boğazımda düğümlenir adın
Birazdan güneş batar

Martıların doymak bilmez çığlıkları
İçimde durmak bilmeyen açlık: sen çığlıkları
Kısa sürüyor günler sensiz
Tepede yeşil koruluk korunuyor insandan
Uzaktan kalbim gibi duruyor; korunuyor insandan
Uzaktan bakınca sanki yaşamak güzel
İçime sormam içime sormam, soramam

Yeniköyde evim
Eski köye yeni adet
Bir sevgilim var benim;
Düşlerimden ibaret

9 Haziran 2009

ahh kaan!

dün gelen bir mesajda şöyle bir tamlama vardı paylaşmadan edemeyeceğim:
"kızların arasındaki ileri komünikasyon"

bu ne heyecan??

bütün günü bir kelimeyle tanımlamaya çalışmak sanırım alışkanlık haline geldi. bugüne diyebileceğim tek şey değişik olduğu. üzücü ve yorucu tarafları boldu ama genelde de böyle olduğunu düşününce bunda karar kıldım.

"erkeklerin kavgaya olan eğilimlerini hiç kimse reddedemez, tabiki ölçüsü her birinde farklı farklı. kadın tarafından bakınca çok anlamlı olmayan meseleler üstüne üstlük. işte bu yüzden erkekleri anlayamıyorum ama artık kabullendim bu durumu." dün tam olarak bunları demiştim. bugün birden böyle bir durumun ortasında kalıncaysa ne olduğumu şaşırdım. biliyorum herkes kendisini haklı görüyor, olansa kenarda izlemekte olan şaşkın hatunlara oluyor. ve olayın içinde olunca bunu kabullenmek mümkün olmuyor.

konuşamamak var bir de. yapılması gereken ve kafanda dönüp duran bir konuşma o karşında otururken hep mi zor yapılır? bugün konuşmalıydım, sırf canım daha az yansın diye. belirsizlik can yakıcı ve yorucu çünkü. ama gereği gibi olmadı. ya da zaten nasıl olursa olsun aynı miktar üzecekti ve bu noktada gereği gibi olmayışına yüklüyorum ben üzüntüyü.

günün şarkısıysa ahmet kaya-yakarım geceleri oldu.

7 Haziran 2009

bir sahne var aklımda...

tuhaf günler bunlar... tanımlamak için daha net bir kelime bulamıyorum. açmaya kalkışınca kurduğum cümleler, aynı anda hem mutlu hem de mutsuz olmakla ilgili. sanırım bu iş biraz inada bindi; bir şeyler beni mutsuz kıldıkça mutlu olmaya uğraşıyorum. yenilmediğimi gösterebilmek için. ama yine de kahkahalarım gerçekten gülünesi yerlerde kopuyorlar ve bu beni o kadar da yalancı kılmıyor bence.

kötü olan her şeye rağmen en güzel şenliğim geride kaldı. ve düşününce sanatçıların etkisinin yanında benimle ilgili olan çok büyük değişimler var işin içinde. çünkü "o olmadan hiç bir şeyin tadı tuzu olmaz." denen durumun aslının olmadığını kesin olarak anladım.

yaza dair istediğim bir şey var yakın zamandan beri. kendi kendime ve çevremdekilere durmadan söyleyip duruyorum. ne kadar çok söylersem o kadar ciddi yapacağım bu işi sanırım. kafamda her ne varsa; belirsiz, çok kötü, çok iyi hepsini normal bir yere oturtmaya kararlıyım bu yaz. önümüzdeki yıl önemli ve çok yorucu çünkü. şimdiden halletmeliyim beni yoracak, ruhumun üzerine ağırlık yapacak olan bildiğim her ne varsa.

ve fark ediyorum, yaza hep çok fazla anlam yüklüyorum.

3 Haziran 2009

3 haziran 2009

demek ki sabah sabah...
arkada haziranda ölmek zor çalarak başlayan ve öyle süren bir gün. yağmura rağmen hep ertelenenlerin yapıldığı gün. yağmur yüzünden bir şeylerin ertelendiği gün. geçmişe bakanlar yüzünden geçmişe dönüp bakılan gün. kokoreçle tanışılan gün.
bir de saman sarısı...
bu sıralar şarkılar beni ilkinde değil de daha sonraki dinleyişlerimde etkiliyor. uçurtmalarda da öyle oldu. kendimi bulmaya yer mi arıyordum bilmiyorum ama evet bu şarkıda buldum.
bir de özlem kırmızısı...
konur'un hali yüreklerimizi ağzımıza getirir durumda. bize kalmış yerlerin savaşı... nereye varacak, nelere gebe? düşündürüyor.
demek ki göçtü usta...
Nazım'ı düşünüyorum. ciddi anlamda aşığım kendisine. filmlerde vardır ya, arada bir gelen ama gelmesi yeten aşıklar, aynen onlardan. tüm eserlerine elimi attığım zamanlarda benliğimi dolduruyor.
kaldı yürek sızısı...
haziranda ölmek zor...

uçurtmalar

en sevdiği renk mor olan kadın
en sevdiği kelime "asi"
en sevdiği oyun incitmek beni
hıncı, çocukluktan kalma bir yara izi gibi

ipleri dolaşmış uçurtmalar misali
ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
ne gidebildik kendi yolumuza
rüzgarda savruk, başına buyruk
senle ben

zamanı, yaralarla ölçen kadın
geçmişiyle kavgalı
gündüz isyankar
geceleri tanrı’ya sığınan kız çocuğu
kırdığı kalpleri dizmiş ipe
gene en büyük zararı kendine

en sevdiği ses, çocuk sesi
güneşli, billur, neşeli/ oysa, yıllar var ki kendi
anne olmayı istememiş
çekip gidebilmek için bir gün
geride ekmek kırıntıları bırakarak
kuşlar yesin diye ayak izlerini
kalmasın ne bir sızı ne kalp yarası

sevişirken taşkın bir nehir
öpüşürken kor bir alev
uykusunda melek gibi masum
bakmaya kıyamadığım
kaç gece göğsünde uyuduğum
ama beraber uyanamadığım kadın

ipleri dolaşmış uçurtmalar misali
ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
ne gidebildik kendi yolumuza
rüzgarda savruk, başına buyruk
senle ben

her hasretten sonra
başka başka sevdaların kollarında
yemin etmişken bir daha konuşmamaya
gene bulup birbirimizi
sabahı olmayan gecelerde
aldatma pahasına sevdiklerimizi
ağlayarak seviştiğim kadın
senle ben ipleri dolaşmış uçurtmalar misali

ipleri dolaşmış uçurtmalar misali
ne beraber uçabildik, boşverip şu dünyayı
ne gidebildik kendi yolumuza
rüzgarda savruk, başına buyruk
senle ben

elif şafak

2 Haziran 2009

bir dönemi daha kapatırken

yazılıların bitmesi üzerine kurulan cümleler:
-artık okula bu kadar erken gelmemize gerek olmayacak.
-uzun bir süre şu gömleği bir daha giymeyeceğim.
-durmaksızın kitap okuyabileceğim.(en sevdiğim.)

hararet

okuldan birinin ölümü üzerine, okulun ölüm suskunluğunda yazılmış cümleler...

yeni bir başlangıçtı ihtiyacımız olan. yeni bir soluk. ölümle geldi. ölüm eksiltemediği kadar çok şey bindirdi üzerimize. birden her şey daha farklı gelmeye başladı. nereye baksak ölümün o acı kokan rengini gördük.

kapıları kapattık, kendimizi bir köşeye çektik. hıçkırıkların sesi kapıya rağmen çınladı içimizde. belki de tek istediğimiz ölümün yüzüne kapıyı kapatabilmekti. er geç gelecek ve hiç gitmeyecek misafiri mümkün olduğunca sonra görmek istedik.

kaçamadık, içine düştüğümüz girdaptan kaçamadık. hep küçük ölümler yaşadık. en büyüğüne doğru adım adım yaklaştık.

yakışmadı geride kalanlara. kimsesizlik ve çokluk hissi bir arada bulunmamalıydı.

27 Mayıs 2009

deneysel bir çaba! 1

dil ve anlatım dersi sayesinde aslında öğrenmediğim ama testte okuduğum bilgiler ışında bir araştırma yapmaya karar verdim ve ilk adımı attım. ilerleme kaydettikçe bu sayfada sizlerle paylaşacağım.

-öncelikli olarak bir grup insana şu soruyu yönelttim:
her gün 7 km\saat hızla 30-40 dakika yürüyüp üzerine de 5-10 dakika hoplayıp zıplayarak haftada kaç kilo verilir?
(sorumun altına kişilerin cevaplarının bir araştırmada kullanılacağını da ekledim.)

bu soruyu sormaktaki amacım, kilo aldım diye kafayı yiyen birinin çaresizliğini bireylere hissettirmek ve yönelttiğim soruyla ilgili bilgilerini saptamaktı. soruyu sorduğum 7 kişiden 4 cevap vermezken kalanlardan şu cevapları aldım;

1- yanında diyette yapmak lazım yoksa bir sikime yaramaz.
2- 1 ya da 2 verirsin herhalde.
3- 2 verirsin.
(soruyu cevaplayanların isimlerini doğabilecek rahatsızlıklar için dile getirmiyorum.)

-bu soru cevap trafiği arasında bir yandan da 7.2 km\saat hızla başlayan ve 8 km\saatle sona eren 40 dakikalık bir yürüyüş yapmaktaydım. bantla yürümenin verdiği
"yürüyorum yürüyorum ilerleyemiyorum!!" ve "saniyeleri teker teker sayıyorum lan!" durumlarını dibine kadar yaşadım.

çalışmanın ikinci (-) ile belirttiğim kısmı tam bir hafta boyunca devam edecek. haftanın sonunda ise gelmiş olanlar cevaplar ve verileri karşılaştıracağız.

birinci bölüm ve ilk gün böylece tamamlanmış oldu. ilerleyen adımlarda tekrar görüşmek üzere...

gündüz yarasaları

i.

neyiz ki biz?
ilk ışınları görününce güneşin,
kaparız tepenin gözkapaklarını--
çam değiliz ki, kollarımız açık
ürpererek karşılayalım donuk ışığı.
gölgeler kısalınca çıkarız ortaya,
açıklıktır, aydınlıktır aradığımız,
parlaklıkta bulur gücünü görüşümüz.
tanımayız alacakaranlığı delen,
tepelerin arasından seçen bakışı.--
kör olmuş ışıktan gözlerimiz.
gündüz yarasalarıyız biz.

ii.

geceyi düşleriz gündüzken,
geceyken de gündüzü--
yitirebileceklerimiz yitiktir
onlardan uzaktayken -- ama
özleriz, döneriz yeniden
yitirmeden
yitirebileceklerimizi
yitiremediklerimize.
yitirebilirdik, deriz;
ama yalnızca bir fiil çekimi bu--
tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü.
gündüz yarasalarıyız biz.

iii.

sağlamdır düşünce temellerimiz,
ama altlarında kist vardır, sonra kum--
dururuz gerçi, sapasağlam, kalın
taştan duvarlarımızla, dimdik
ayakta; ama biraz su, bir sızıntı
kaydırır temellerimizi hemen.
duyarız yerçekimini hemen,
titreriz. sımsıkı, gergin
bağlar vardır
düşüncelerimizi ayakta tutan, ama,
ya temelsizse temeli
bütün bu bağları
bağlayan
bağın?
bağlantısızca bağlarız bağlarımızı.
gündüz yarasalarıyız biz.

iv.

yapacaklarımız vardır kocaman,
kocaman başarılar, yüce çağrılar; ama,
tutmadığımız bir eldedir aklımız,
bir son selamda, biz aceledeyken gönderilen--
nedir ki acelemiz, niyedir ki?
camın boşluğunu arayan kocaman
pervaneler gibi, kanat çırpan
ışığa ulaşmak için
çırpınan, camı kıracakmış gibi--
düşmanımızdır oysa ışık bizim,
kanatlarımızı yakan, kavuran--
aradığımız --ışıkta-- nedir ki?
ışıktan gelir ölümümüz.
gündüz yarasalarıyız biz.

v.

hep bir dimdik, dümdüz dürüstlüktür duyduğumuz,
ama bir kuşku kurdu kıvır kıvır kemirir köklerimizi--
nasıl da kolaydır yalanlarımız, uydurmalarımız,
nasıl da rahat. iç sızlaması nedir bilmeyiz;
başedilemez gerçeklerimiz hazırdır çünkü hep--
kozasında mışıl mışıl kanat takınır tırtılımız,
sindire sindire yapraklarımızda açtığı delikleri.
övünürüz delik deşik, bölük pörçük
yeşilliğimizle -- yenmiş bitmiştir oysa
büyüme noktalarımız, su çekmez artık
kök uçlarımız, dökülüp gitmiştir
taç yapraklarımız artık.
nasıl da yabancı topraktan baş uzatmış taze fide bize.
gündüz yarasalarıyız biz.

vi.

bir görsek andığımız yüzü,
tanır mıyız? --tanır mıyız
sevdiğimizi, bilir miyiz neydi--
sevdik mi, seviyor muyuz?
yürüyüşü, saçının dökülüşü--
anımsar mıyız, anımsıyor muyuz?
bir anıdan başka nedir ki sevgimiz?
gündüz yarasalarıyız biz.

vii.

koy başını omuzuma yine.
aldırma, söylenmeden kalsın
düşünülmedikler, bilinmedikler -- bırak
unutulsun geridekiler, özlensin ileridekiler -- bırak
yansısın camda donuk ışık, usulca ışıldarken
sabah, aydınlanırken uçup geçen yeşillik.
gel -- uyuyalım güneş görününce,
aşınca tepeyi göz kamaştırıcı ışık.
uyanacağız nasılsa, dikelmeden ışınlar,
dümdüz, aklaştırıcı olacak yeniden bakışımız.
ama şimdi -- sanki sevdalı gibiyiz şimdi,
sanki karanlıkta sezinledik aydınlığın başladığı yeri--
şimdi kurduk sanki geceyi gündüzle,
şimdi kuruttuk sanki gündüzü geceyle--
aydınlığın karanlığında görür gözlerimiz.
gündüz yarasalarıyız biz.

oruç aruoba

**ekşi sözlükten alınmıştır.

tamamen yerleşmiş hissettikten sonra ikinci bir giriş

bu bloga yazdığım ilk yazı, neden burada olduğuma dairdi. niye bir blog almıştım ki? zaten hemen hemen kimse okumayacak ya da okuyanlar zaten bildik kişiler olacaktı. ama o yazıda dediğim gibi üzerimdeki yük arttıkça yazmalıydım. bu, başına türlü belalar gelmesi muhtemel bir defterle sınırlı kalmamalıydı. şimdi dönüp bakınca pek de fena bir şey yapmadığımı anlıyorum. belki de yüz yüze konuşamayacağım ya da ifade edemeyeceğim pek çok şeyi anlatabiliyorum bu şekilde. aradan geçen beş aydan sonra, şimdi bir de Dilara'yla atışarak, başka başka blogları çekiştirerek daha bir keyifli sürdürüyoruz buradaki varlığımızı. buraya gelip gittikçe, yazdıkça okudukça daha da bir artıyor değeri gözümde, eski kitaplardaki yaşanmışlık gibi, henüz içme şeferine erişemediğim ama hep dillendirilen yıllanmış şaraplar gibi. ve yine hep söylediğim gibi büyüyoruz ve büyümeme şahitlik ediyor burası. yarınlardan birinde sırf bunu görmek için buraya bakacağım belki. artık iyiden iyiye bu işi sürdürebileceğimi anladığım için yazıyorum bu yazıyı. çünkü yazmasam duramayacaktım...

25 Mayıs 2009

uyanır gece yarısı...

kafamda binbir tane isim var.
sınava kadar beni terk etmemelerini umduğum binlerce isim. aslında gerçekten elime yüzüme bulaştırmadan öğrenmiş olmayı ve bunu yarına kadar korumayı diliyorum desem daha doğru olacak.

kalbim zaman zaman fazla hızlı çarpıyor.
öyle zamanlarda genelde gözlerimi kapatmış ve bir yerlere dayanmış oluyorum. savunmasız bir durumda bulunuyorum. çarpıntıların bir sebebi bu olamaz mı?
bir diğeri de kendimi dinlemek için nadir olarak zaman bulabilmem olmalı...

21 Mayıs 2009

umutlu umutsuzluklar

elveda rumeliye ağlamalarımla geçiyor zaman.
akıp gidiyor.
şarkıların etkisini bir kez daha görüyorum ağlamalarıma bakıp.

şarkılar...
ederlezi, dinlendiği vakit en içte yankılanır her zaman.

deli bir rüzgar eser birden.
yağmur bütün şiddetiyle döver sizi.
gözyaşlarına en güzel yoldaşlardandır.
başı dik bir ağıttır. en kötü günde bile kafasını kaldırır ya umut bir şekilde. yarattığı bütün burukluğa rağmen, daha doğrusu yoldaş olduğu kötü giden her şeye rağmen vazgeçme! diye fısıldar.
vazgeçmemek gerek.

bu sıralar herkes kırılmalar yaşıyor farkındayım.
biz vazgeçmek istesek de olmuyor, yapamıyoruz.
bu yüzden vazgeçmemek gerek.

buruk bir gülümseyişle, ederlezi birlikteliyle yazılmış bir yazıdır. ve tüm hakları içimdeki boşluğa aittir.

19 Mayıs 2009

sıkıntı

19 mayıs.
tören için erken kalktığımız bir gün.
şimdi protokolun özel bir gölgelik altında oturduğunu ve bizlerin güneşin altında saatler geçirdiğimizi ve protokolu uzun bir zaman beklediğimizi söyleyebilirim. yine de bunlar her yıl her yerde şöyle böyle tekrarlanan şeyler. sevsek de sevmesek de bir şekilde içindeyiz bu durumun.

eve gelişim beklenmedik kadar erken.
uykunun pençelerine düşüyorum biraz da bu yüzden.

telefonumun arkadaşımda kalması.
yarının tatil olması.
nedense telefonsuzluk beni fazlaca geriyor.
bir de çok daha önceden belli olan, yapılması gereken görüşmeler var.

ve şu an yazıyor olmak bile saçma geliyor bana.
çok boş geliyor.
kendime gelmeliyim.

12 Mayıs 2009

salataya koyduğun tek sosun nar ekşisi olması. nar ekşisinin yer yemez mideyi etkilemesi. ama her seferinde sırf sevdiğin için koymadan edememek. bu yazdıklarım bana hayatın pek çok sahnesinden tanıdık.

10 Mayıs 2009

bahar temizliği

her şey babamın annemle kavga etmesi üzerine bir uğraş araması ve cdleri düzenleme kararı almasıyla başladı.
"gereksizleri atıp, kalanları gruplayalım."
bütün bunları yaptıktan sonra yaptığımız onca şey onu hala kesmemiş olacak bu sefer bilgisayarlara el atmayı kafasına koydu. haklıydı çünkü çevremiz virüslerle çevrilmiş durumdaydı.

ilk adımda dizüstü bilgisayardaki dosyaları alıp, masaüstüne çıkardım. sonra hepsini gözden geçirip gereksizleri sildim. ama silmeden önce gözüme kestirdiğim dosyaların hepsine tek tek bakmak gibi bir eylemde bulundum. en sonunda silmediğim dosyaları d altında depolayacakken orada zaten bana ait kocaman bir dosya olduğunu ve içinde varlığını çoktan unuttuğum, artık orada durması anlamsız pek çok yazının, konuşmanın, fotoğrafın ve videonun olduğunu gördüm. bunları da gözden geçirmeden edemedim ve silmeden önce tüm yazıları tek tek okudum. bütün bir akşam, zaten sileceğimi bildiğim saçma sapan şeylere bakarak, okuyarak ve geçmişe dönüşler yapıp durmamla geçti. geçmişe yaptığım dönüşler bugünü tekrar tekrar sevmemi sağladı.

kendime hemen iki altta bir erken doğum günü yazısı yazmıştım. büyümek tabanlı bir yazı. pişmanlık geçiyor ve geçmeli demiştim. hakikaten öyle. pişmanlık gibi geçip giden pek çok duygu var... beni daha önceleri üzecek pek çok şeyin şu an sadece mantıksız gelmesine dayalı hisler yaşayıp durdum bu akşam.

sonuç: insan değişiyor. bahar temizlik gerektiriyor. ve kendimizle yüzleşmeliyiz, geçmişte takılıp kalmış en ufak bir ipliğe bile bağlı kalmadığımızı görmemiz için.

teşekkürler baba!

29 Nisan 2009

geldiğimizde otlar yemyeşildi!...

"yitip giden insandır ve şu gökkubbenin altında geride sadece düşlerimiz kalır."

yağmurun yedi yüzü'nde sevilmiş bir cümle. kendisi artık, kitabın yanında; bir ajandada, bir mektupta ve bir taşın üzerinde yazıyor. bugüne bir cümle ver deseler aklıma gelecek olan ilk sözcükler topluluğu bu ayrıca. bir de artık bir blogta da bulunuyor...

28 Nisan 2009

büyüdük aniden...

sıcacık bir bardak tutuyorum elimde. içi çayla dolu. bardağın şekli falan umrumda değil. bardağın şeklinden anlamlar çıkartmak istemiyorum bugün. birden iyi gitmeye başlayan 'her şey' artık beni şaşırtmıyor, başta olduğu gibi. böyle olmalı diyorum. inadına böyle olmalı hatta. evde bir şeyler tatsız gitse de, kimi notlar kötü gelse de...

elverdiğince kendimce yaşıyorum. sınırları elimden geldiğince büyütmeye çalışıyorum. daha çok kendim oluyorum günden güne. bu tabiki güzel kılmalı zamanı.

sabırsızlıkla beklenen 28-29 nisan ikilisinin birincisi noktalanmışken ve gerçekten güzel bir gün geride kalmışken, düşünüyorum: bundan 1 ay önce her şey çok farklıydı, ters giden şeylerin çokluğunda bugüne saklanıyordu umutlar. doğum günü iyi olacak diyorduk birbirimize ipekle. çok iyi olacak... o günden bugüne hayatımda değişen ve çok hızlı gelişen her şeye rağmen evet 28 nisan çok güzeldi. 29'u da öyle olacak. ve anlıyorum ben çabaladıkça çok kötü olmayacak bugün iyi olanlar. sırf bu yüzden yarınlar da o kadar kötü görünmüyor gözüme.

bir de dönüp geride kalan yıla bakıyorum. her geçen yıl, o yıl içinde daha çok büyüdüğümü fark ediyorum. yanlışların tohumlarının, yanlışın açığa çıkmasından çok önce ekilebileceği gibi bedelinin de uzun süreler boyu ödenebileceğini görüyorum. yine de, canımın acıdığı anlarda pek çok kere keşke desem de, keşkelerden arınıyor hayatım gün geçtikçe. geçmiş bugüne gebe çünkü. bugün güzel...

(bu kendime bir gün önce yazdığım bir doğum günü yazısı. kötü zamanlarda dönüp okuma ihtiyacı doğuracak cinsten hem de.)
(son olarak keşkeler gittikçe azalmalı zaten, geçmişte yaşananlara verdiğimiz değerle ilintili çünkü. bugünü yaşamak için geçmişe çok fazla takılmamalı.)

27 Nisan 2009

korkarım...

"biz mutlu olmayı gerçekten hakediyoruz." bu cümle pek çok yerde çıkıyor karşıma. kitaplarda, bloglarda.. kendi dudaklarımdan ve kalemimden dökülüyor defalarca. sonra bir akşam rastgele okumaya başladığım bir blogta bu cümleyi görmek nedense rahatsız ediyor beni. bazı taraflarımızla bu mutluluğu haketmiyor olduğumuzu hissediyorum belki de. ya da sadece rahatsız olmak için yer arıyorum kim bilir.

20 Nisan 2009

kıskançlık

bir gün daha bitti önümde
günler gelir geçer ve antibiyotikler
kimim ben? bugün ne günlerden?
40 derece yüksek ateş ve kıskançlık
bu zayıflık anımda, bir aşkın komasında
kıskançlık aktığında durmaksızın damarlarımda

sen ilacımsın, susuz yuttuğum
bir türlü gitmeyen ne yapsam da boğazımdan
günlerdir hastayım ve bu beni delirtiyor
sürekli uykuyla uyanıklık arasında
gidip gelip, gidip gelip, gidip gelip
40 derece yüksek ateş ve kıskançlık

kıskançlık bu zayıflık anımda,
bir aşkın komasında
ve aktığında damarlarımda kıskançlık.

**bu ara teomana saran ve çevresini de etkileyen ipek'e selamlarla! :)

15 Nisan 2009

değişik ama güzel bir durum:

"bu dosyaları gerçekten silmek istiyor musunuz?"
evet, yenilerine yer açmalı...

heyecan

aklıma sokmayın deyip duruyorum. gülümsüyoruz.. ve sanırım o anki gülüşler sadece gülmek eylemiyle ilgili. mutluluğa inanmak istiyoruz çünkü her daim. nerden, ne şekilde geleceğini bilmesek de istediğimiz bu. zaten bir açık bulup aklıma girmeye meyilli olan bir şeyin kuytulara yerleştiğini fark ediyorum. kalbime söz geçirmek konusunda ne kadar başarılıyım orası da meçhul. sonu ne olacak bilmiyorum. güzel olan bir şeyi feda mı ediyorum bilmiyorum. kötü olursa kaldırabilir miyim bilmiyorum. ama kendimden eminim. belki uzun zamandır olmadığım kadar çok hem de. evet güzel olur diyorum ilk kez. böyle iyi aslında ama olursa daha iyi olur. peki olur mu?

13 Nisan 2009

önce ben onu öldürdüm

şimdi çok arıyorum ama, öldürdüm onu. yok ettim. insafsızca... yavaş yavaş... değiştire değiştire... azar azar yok ede ede sürükledim ölüme, adım adım. sonunda öldürdüm, rahatladım.

yok oluşuna doğru atmaya kandırdığım her adımında seviniyordum, gülüyordum içimden. o gülüşlerin, o sevinçlerin ne denli sinsi, kötücül sevinçler olduğunu yeni yeni sezebiliyorum. öldükten, tümüyle yok olduktan sonra... şimdi onu ararken... onsuz kaldığımı anlayınca.

...

hürriyet yaşar

10 Nisan 2009

gece yarısı mesajları

reklamlar bitti, şimdi haberler.

hava durumu: sağanak yağişli.
yol durumu: yaşadıklarınıza takılıp düşmeye elverişli.
günün sözü: hayat çok acımasız.
günün yemeği: tatlının dibine vurabilecek her şey.
günün manyaklığı: 1 mayısın tatil olma ihtimali.
günün vaadi: mangal partisi.
günün değişik ve magazinel olayı: terkedilmek.
kız ismi: yağmur, erkek ismi: selpak.
kıssadan hisse: kendinle dalga geçmek iyidir.

başka bir bültende görüşmek dileğiyle, esen kalın.

3 Nisan 2009

grip

bir kaç gün içinde harcadığım peçeteleri düşünerek dünyaya bir özür borçlu olduğumu iyiden iyiye fark ediyorum.

1 Nisan 2009

Hoşgeldin bahar!

Hava, açık bir pencere önünde, bir kahvenin sıcaklığıyla ısınıp başka bir şeye ihtiyaç duymadan sabahlamaya el veriyorsa, huzur veren şeyler muhakkak daha çok bulunuyor içimizde.

yine de nazım'dan süzülüp bizlere kadar gelmiş diziler için ve daha pek çok şey için kar fazlaca özlenecek tekrar görüşene kadar.

"Lambayı yakma, bırak, sarı bir insan başı düşmesin pencereden kara."

her şeye rağmen?

"çayı bira bardağından içer gibi yaşar olmuştuk hayatı, hatırlıyor musun?" diye başladı konuşmaya.

gözlerinde hüküm sürmüş olan buğulu hava yine orada, diye düşündü karşıdaki. ve cevapladı; "eninde sonunda içtiğimiz çaydı ve günü geldi bardakta çay kalmadı."

yaşlar akmaya başlamasın diye kendini sıkmaktayken, her şeye rağmen bu konuşmayı yapma kararı aldığında, düşündüğü "her şeyin" arasında, kötü olan şeylerin yeteri kadar olmadığını farketti. pişmanlık kalpten pompalanan kana karışıp vücuda dağıldı. insan vücuduna olan hayranlığı bir anda nefrete dönüştü.
yıllar önce olduğu gibi...
yıllar önce bir anda her şeyden, herkesten nefret etmeye başladığını hatırladı. karşısındakinin var olan her şeyi temizlenemeyecek bir biçimde kirletip giden olduğunu yüzüne çarptı, karşısında oturduğu kapının açılmasıyla içeriye dolan rüzgar.
sonra elinde kalmış olanlarla yeni bir duvar inşa etmeye çalışmasını, arada bir çatlayıp içeriye su alsa da bunu insanları imrendirecek kadar iyi başarışını hatırladı.
"ama elimizde kalan bir bira bardağıydı. yine de içini, içimizden geldiği gibi doldurmuşken neden buradayız?"

kapı bir kez daha açıldı ve rüzgar karşıda oturanın sırtına çarptı. beraberinde, beklediğini bulamayacağı gerçeğiyle. o, o buğulu gözlerde, kendisine yönelmiş; nefret, hırs, intikam alma ihtiyacı gibi hisler göreceğini düşünerek istemişti bu görüşmeyi. biraz zorlarsan tekrar sevgiye dönüşebilecek bir şeyler istemişti ve kendisinden her zaman olduğu kadar emindi. istediğini alacaktı... bu sefer olmayacak düşüncesi beyninde sağa sola çarptı.
buradaydı; çünkü yalnız kalmıştı, çünkü o gözlerin kendisini hep bekleyeceğine inanmıştı. farketmese bile; orada kendimi tekrar bulur, bir süre dinlenir ve tekrar giderim, demişti kendisine.
"neden buradayız bilmiyorum."

halbuki ben nasıl da iyi biliyorum neden burda olduğumuzu, diye düşündü. karşıdakinin kendisini ararken nasıl hep hüsrana uğradığını tahmin edebiliyordu. farketti ki sadece bunu görmek için gelmişti buraya. zamanında geceler boyu ağlarken, onun hiç de umursamadan yeni bir şeyler yaşamaya başlayışının nasıl acıttığını düşündü.
kalktı. yalnızlığını paylaştığı emektar kabanını giydi. etkilemek, gücünü göstermek için; eli sıkıca kavrayıp, sahibinin gözlerinin içine bakarak sıkmalıydı diye söylenirdi. öyle yaptı.
kendisini rüzgara attı.
bir sigara yaktı.
ve gözyaşlarını sadece kendisi için, bir sınavı bir kez daha geride bıraktığı için akıttı.

21 Mart 2009

içimizi dolduranları boşaltmalı!

ne zaman bilgisayarın başına oturursam oturayım muhakkak maillerime baktığımı farkettim bugün. aslında bunun enteresan bir durum olduğunu anladım desem daha doğru olur. çünkü çok nadir olarak gelen maillerin göndericileri; facebook, turkcell, kahve dünyası gibi siteler. yani önemli bir şey yok ortada, bunu adım gibi biliyorum. yine de belki bir umut önemli bir şey gelmiş diye düşünerek belki sadece saçma bir alışkanlıkla, açtığım ilk sayfa gmail oluyor.

bir de şu var; gelişim piskolojisi üzerine yapılan çalışmalar sonucu, birey olmak yolundaki adımlardan birini bir şeyi alışkanlık haline getirdiğimizde atıyormuşuz. ben bunu duyunca; bir şeyleri alışkanlık haline getirmek de alışkanlık oluyor durumunu biraz daha anlar gibi oldum.

son olarak; gripin-rüzgar yıllardır bilgisayarda olan ve güzelliğini yeni farkettiğim bir şarkı.

19 Mart 2009

!!! Bu yazı bolca 'yağmurun yedi yüzü' kokabilir.. cümleler ordakileri andırabilir. fazla etkilendim çünkü bu sıra kendisinden.

hayatımızda kendimizle ilgili ancak bizlerin seçemediği pek çok şey var. ve yakınırız bunlar hakkında pek çok zaman. ancak seçtiklerimizin de bizi nereye götüreceğini, nelere sebep nelere engel olacağını bilemiyoruz yaşamadan önce. geriye dönüp bakınca fark ediyoruz... geriye dönüp bakınca pişmanlıklar yaşıyoruz, geriye dönüp bakınca mutlu olduğumuzu düşündüğümüz bir çok anın aslında öyle olmadığını ya da öyle olanların çoğunun, ilerleyen zamanda nasıl kirlendiğini ve bir yerden sonra onları temizlemeye çalışmak için bile güç bulamadığımızı görüyoruz...

çok büyük umutlarla, çok büyük bir sevdayla, büyük inançlarla çıktığımız pek çok yoldan ayrılıyoruz yeri geliyor. pişmanlık duymuyoruz belki, en başta "ben" dediğimiz sonrasında "biz" dediklerimiz değişiyor, değişim bizleri bulunduğumuz yerde yetinememeye itiyor. ve kırgın, yorgun yeniden başlıyoruz yeni bir hayata... yeniden ve yeniden...

ve ben bunları okudukça, yaşadıkça korkuyorum... sanırım daha önce de bu tarz cümleler kurdum bu adres altında... ve belki defalarca daha kuracağım... işte bu yüzden bilmiyorum... hiç bir şey bilmiyorum...

5 Mart 2009

içimizi dolduranları boşaltmalı!

hayatım, yer ve gök arasında fakat onların birbirine pek yakın oldukları bir diyarda, yani fazlaca kapana sıkışmış hissi vererek sürmekteydi uzun zamandır. ancak bir süre öncesinde hem gerçekleşen değişiklikler hem de aldığım ve uyguladığım kararlar yüzünden yeryüzü ve gökyüzü ayrıldılar birbirlerinden..

bu yaşananların bugün varolan ve o zamanı kötü kılan ayakları, yani geçmişten gelen gölgeler artık sadece kendimle dalga geçmemi sağlıyor. denir ya; "kendisiyle dalga geçebilmeli insan" diye... sorunumun düşüncesizliğin dibine vurmuş insanlar içinde çok ince olmak olduğunu inceden inceye hissettirse de bu durum, bir yandan da "artık o kadar da değil" diyorum sonuçta... kendimi kandırıyor olabilirim, her şey hiç beklemediğim bir anda tersine gidebilir yine de şu an harfleri bu yönde anlamlandırmak pek iyi geliyor...

bir de güzel yazılar okuyorum... bana yazılmış ve piksellerden geçip yüreğime dokunan... acemice tutunuyorum ve bu sefer farklı olacağı kafama biraz daha yatıyor. gözlerime yansıyanlar güzel sıfatının tanımı olarak kullanılabilecek kadar güzel...

yeni favorim sıcak şarap... aslında tam olarak sıcak şarap değil. ustasının elinden çıkan farklı bir lezzet. 'anadolu yollarında meyve bahçelerine girme sebebi'... hassaslığımın ve ondan kaynaklanan aşırı yorgunluğumun ilacı... bir o kadar da tuzu biberi gibi...

bir de uyumalıyım...

25 Şubat 2009

Hasretinden Prangalar Eskittim

seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara.
seni anlatabilmek seni,
namussuza, halden bilmeze,
kahpe yalana.

ard- arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...

seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.

yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini...

Ahmed Arif

** güzel, pek güzel...

18 Şubat 2009

içimizi dolduranları boşaltmalı!

vokta çay güzel şey...
bağımlısı olunabilir dikkatli olmalı...
hele buz gibi ankara günlerinde koşar adım okula çıkıldıysa ve derse o anki kafayla girilemeyecekse vazgeçilmeyecekmiş gibi geliyor daha ikinci günden.

dostların fazlaca kötü olma tarihleri neden hep aynı güne geliyor? kendinize üzülürken ona daha çok üzülür oluyorsunuz. ve o ruh hali ona yardımcı olamadığınızı düşündürtüyor...
yine de kimi zaman bir bakış yetiyor... başını omzuna dayamak... böyle böyle sevmiyor muyuz zaten birbirimizi gerçek anlamda?

özlem zor... çok zor...
az kaldı... az kalıyor her saniye...
ama zor...
hele kendiniz soğuktan kaçmak için kabanı ilikleyip, şu şalı nasıl bağlasam derken insanlar beraber ısınıyor...
kıskançlık kötü...
gerçekten kötü...
bir yandan da iyi belki, kim bilir...

16 Şubat 2009

batmak, çıkmak, batmak, çıkmak, bat, çık, bat, çık, ...

bu yazıyı; kendimle hesaplaşmak adına, artık buna gücüm olduğu, en önemlisi de daha dün sabaha kadar kötü olan şeyler bile şu an gözüme iyi gözüktüğü için; "ben" kelimesinden korkmadan, ikinci tekil ve çoğullardan arındırılmış cümleler kurarak tamamlayacağım. böyle cümleler kurabiliyor olmanın tadını, hayatı "ben" diye geçen biri pek anlamayacaktır muhakkak. pek tabi hepimiz kendimiz için çabalamaktayız, yine de bunun bir seviyesi var. ya da en azından böyle olmasını umuyorum. çünkü yaşadığım ya da çevremde yaşanan ve "olur mu böyle şey?" dediğim durumları hiç kimseye yaşatmak istemediğimi daha iyi idrak etmiş durumdayım geride bıraktığımız saatler itibariyle.

karmaşık cümlelerime bakarak hala sıkılmadıysanız sanırım biraz daha açık olmanın zamanı geldi. "dibe ne hızla batarsa bir kişi o hızla yukarı çıkarmış." diye bir cümle var, fazlaca ben ama en çok kendi gibi olan candan birinden sık sık duyduğum. eğer çok hızlı batmazsan ve yeteri kadar dibe inemezsen çıkış yavaş hem de pek yavaş... boğulmasan bile büyük etkileri var...
ve benden "içinden ne geliyorsa yap, ne düşünüyorsan söyle." gibi bir cümle geliyor. her zaman değil ama kimi zaman çok işe yarıyor kendisi...

hayatımın gereksiz, sebepsiz ve anlamsız bir kişiyle yaptığım belki de en saçma sapan konuşmasını ve devamındaki zaman dilimini kurtardı yukarıda yazılanlar... çünkü ilk başta duyduklarım ne kadar ağır gelse de sonrasında "evet, her şey bu kadarmış. ve bu nedenle üzülmeye bile değmez." cümlesini kurdurdu bana.

ve gerçekler asla saklanmamalıymış. saklanmış gerçeklerle çarpışmanın acısını yaşayınca anladım bunu. işte bu yüzden, biliyorum ki bir şeyler öğrendim, benden kalmış en ufak birşey vardıysa artık "hiç anlam ifade etmeyen", onları parçaladım...

ve yine sırf bu yüzden biliyorum ki "mutlu olmayı hakediyorsun." cümlesini içten kuracak üç dosta sahibim.

14 Şubat 2009

Yalancı Dünya!

"...
belki de onları avutmak üzere çocuklar için kurduğumuz 'yalancı dünya'nın çökmesinden korkuyoruzdur. evet, yanıtlarımız var! var da... onlar dile getirilince veya onlar daha dile getirilmeden, sorulara karşılık 'muktedirler' tarafından hep hazırda tutulan 'yanıtlar'dan ortalığın bulandığı bir 'yalancı dünya' daha var! bu 'yalancı dünya'da 'öteki' mutlaka 'teröristtir'; değilse bile 'yakını, yatakçısı, akrabasıdır'; yok edilmelidir; ölmüyorsa sürünmelidir; zaten 'medeniyet dışıdır', dünyada bir fazlalıktır!... onun için, bir çocuğu bile gözünü kırpmadan kurşun yağmuruna tutabilecek ve bunu gayet soğukkanlı bir kibirle karışık yalanlarla bulandıracak 'malzemesi' her an için mevcuttur.
..."

Aydın Afacan
Kül Öykü Gazetesi-Şubat 2009

10 Şubat 2009

Zaferler'im'iz

inat...
öfke...
suskunluk...
bencillik...
tepkisizlik...
unutmak...

canımız yandıkça kazandığımız hisler, öğrendiğimiz eylemler... sonrasında artık yandıkça değil "ya yanarsa" diye hep arkasına gizlendiklerimiz. en son evrede ise inadına ortaya koyduklarımız haline geliyorlar...

yıprandıkça öfkeleniyoruz, öfkelendikçe yıpratıyoruz, yıprattıkça yıpranıyoruz... bu durum öyle bir hale geliyor ki kim neyi ne için yaptığını bilmeden, sadece can yakıyor...

başkasını acıtmaya çalıştıkça kendine çarptığını göremiyor insan. kendi duvarlarına çarptıkça suskunluğa gömülüyor. bekliyor bunu birilerinin farketmesini, gözlerindeki hüznün anlaşılmasını ama nafile... korku, bakışlarımızı aynadaki aksimize sabitliyor... "ben" kelimesine öyle mahkum ediyoruz ki kendimizi 'ben'cilliğimizin boyutlarını farkedemiyoruz bile.

süreç işlemeye devam ediyor, ilaç olduğuna inandığımız zaman geçip gidiyor ve sırf içimiz yanmasın diye kendimizi uzaklaştırıyoruz; sevmekten, değer vermekten... gördüklerimize sadece bakmakla yetiniyor aslında onları hiç görmüyor ve tepkisizleşiyoruz.

ve devam ediyor zaman akmaya. her bir tuşa basmamız sırasında geçip gittiği gibi...

ve unutuyoruz yaşadıklarımızı; kötü günleri unutmak için iyileri de feda ediyoruz.

ve unutuyoruz öncesinde kim olduğumuzu... "sadece yaşıyor olmanın" bize neler kaybettirdiğini unutuyoruz... başlarda çok koyuyor unutuyor olmak... ve an geliyor bunu da unutuyoruz...

kendimizi korumak için kendimiz olmaktan uzaklaşıyoruz...

tebrikler elinizde büyük bir zafer var: bedeli çok ağır olan içi boş bir zafer. kendi içine sönecek olan...

1 Şubat 2009

Don Kişot

Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına,
bir Temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun, fakat kahraman Rosinant'ı.
Bilirim,
hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,
yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın, elbette senin Dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün,
sen, elbette bezirgânların suratına haykıracaksın bunu,
alaşağı edecekler seni bir temiz pataklayacaklar.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek...

1947
Nazım Hikmet Ran

29 Ocak 2009

"ateşe giderken ne şahaneler"

sevmeyi, aşık olmayı, acı çekmeyi, birileri için bir şeyler için gözyaşı dökmeyi, içten gelen kahkahalar atmayı bilen birini hayal edelim. çok derinden bağlanıp. o bağlar koptuğunda derin yaralar alan, gidenin arkasından ya da arkada bıraktığı uğruna çok büyük bedeller ödeyendir bu kişi. sadece kendi gözünde biraz olsun temize çıkmak için çeker bunları hem de, belki de sadece geçmişte yaşanmış olanlar bunu hakettiği için...

bir dönemi kapatmak ve yenisine başlamak zordur onun için. zaman ve emek ister.

bu kişi eğer içinden dışa dönerse, kendine bakmayı sürdürürken bir yandan da başkalarına bakarsa utangaç gözlerle, görecektir baktığı gözlerdeki yaraları, umutları... sonra iyiden iyiye devam ederse bakmaya; bu sefer kimilerinin, kimileri dediğime bakmayın çok büyük bir bölümün, sadece yaşayabilmek için çabaladığını, yaralar aldığını görecektir. ve ne olursa olsun büyük balıklar tarafından yutuluşunu izleyecektir insanların.

"insan olmak..."

ve sırf yaşamayı bildiği için ve herkesin bunu hakettiğini tüm benliğiyle gördüğü için, insan olmak bunu gerektirdiği için daha iyi bir dünya hayaliyle kavrulmaya başlar... ve yaptıklarının nasıl sonuçlanacağını tam olarak bilmemesine rağmen ateş böcekleri gibi yanar yanar yanar... ölene kadar...

27 Ocak 2009

Tatil

tatil; uzak kaldığımız zaman büyük bir aşkla beklediğimiz...
her seferinde deneyimlesek de öyle olmadığını, tatili sorumluluklardan uzak günler topluluğu olarak görmekten vazgeçmiyoruz. hatta, kimi zaman, abartıp, kendi kabuğuna çekilmenin dertsizlikle dolu günler ve büyük bir iç huzur vereceğini hayal ediyoruz. mutluluk ve huzur denen kavramı o kadar büyütüyoruz ki; onu hep uzakta, gelecekte görüyoruz. bulamadıkça geçmişte kaçırılmış fırsatlara, yetişilememiş otobüslere bağlıyoruz eksikliğini. halbuki ne güzel demiş sunay akın;

"mutluluk sizi ileride bekleyen, çok büyük, zengin bir hazine değildir. mutluluk küçük küçük ayrıntıların bir araya gelmesiyle oluşur. yaşam böyle bir şey arkadaşlar. ama içinde bulunduğumuz sistem, hep insanların önüne; 'bir gün para çıkacak, bir gün iyi bir iş bulacağım.' gibi cümleler sürüyor. oooo hayır, şu anda gördüğünüz en küçük ayrıntı, bir güler yüz, yeni bir kitabın haberi ya da şu beton yığınları arasında gördüğünüz eski, güzel bir mimari, havanın güzel oluşu, .... bu küçük ayrıntıları bir arada arka arkaya yaşarsanız mutluluğu yakaladınız demektir. mutluluk çok yakınınızda olan bir şeydir. ileride olan bir şey değil, an be an yaşanılacak bir şeydir."* **

belki de mutluluğumuzun önündeki en büyük engel bizleriz. üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken bir konu...

* ada dergisi 26. sayı'dan
** bunu hiç yorulmadan mesaj olarak bizlere yollamaktan çekinmemiş fidan'ıma, bu yazıyı yazıyor olmamı sağladığı için teşekkürler.

14 Ocak 2009

Kanaviçe

"Bildiğim tek şey var; o acıdan, çeşit çeşit dikenler icat etti bu çocuk, boy boy... Kendi içine kıvrılmış içbükey bir kirpi gibi... Korktukça sapladı dikenleri kendine, bazen nefes bile alamadı acıdan, dünyanın renkleri silindi gözünde. En çok sevgisizlikten korktu, bir kenara atılmaktan... Buna dayanamazdı... Dayanamazdım. Galiba, bildiğim ne varsa beni sevmeleri için, kullandım. Ne acımasız çocukmuşum! Ben en çok kendimi acıttım, en çok kendi düşlerime eziyet ettim! Sevilmek imkansız bir masaldı! Bir türlü inanamadım sevilebileceğime... Şimdi aradan geçen bunca zamandan sonra yavaş yavaş, kelime kelime silmeye çalışıyorum o cümleleri. Avucumun içinde o çocuğun kalbi, usulca tek tek kaldırmaya çalışıyorum küçük kemikli parmaklarını acının. Dikenler kaybolmuyor, sadece küntleşiyor zamanla..."

Billur Akan Şentürk
Kül Öykü Gazetesi-Ocak 2009

11 Ocak 2009

Ölümü beklemek

balıklarına onlar arasında ilişkiler düşünecek, onları izleyerek hayatındakilerle bağlantılar kuracak ve kimi zaman ruh halini onlara göre belirleyecek kadar bağlı birini düşünün... o balıklardan birisi ölünce ve bu hayatında yeni kararlar aldığı bir güne denk gelince bunun için sayfalarca yazı yazabilir o biri. yaşayan balığa da daha deli bir biçimde bağlanır. ama çevremizdekilerle olan ilişkilerimizi düşünün aynen öyle işte. nasıl onlara yeri gelir kızar, günlerce yüzlerine bakmayız, yine de onlardan birinin canı yansa bizimki de bir o kadar sızlar ya da eninde sonunda döneriz yanlarına tilki ve kürkçü hesabıyla...

işte böyle zamanlarda, yani onlara kızıp uzak kaldığımızda, geriye dönünce bazen haklı ama beklemediğimiz bir tepkiyle karşılaşırız. belki tamiri mümkün olmayan ya da en azından iyileşmesi için çokça zamana ve emeğe ihtiyaç duyulan. bir balık, bunu fanusun dibinde hiç kıpırtısız durarak gösteriyormuş. onu iyileştirmek daha zor bir insana göre. işte bu yüzden balığın sahibi korkuyla bakıyor ona. balığın o durumu kaldıramayacağından ve ölümü bir kez daha o fanusun içinde göreceğinden emin neredeyse. ve bu yüzden sessiz bir özür diliyor ondan, vedadan önce yazılırsa daha anlamlı olur diyerek.

"bir japon balığına "osman" diyecek kadar deli dolu bir kız, izliyor onu. bu kez bir şeyleri gerçekten iyi yapabilmek için hiç olmadığı kadar çabalayarak hem de."

10 Ocak 2009

mesafelerin ne kadar acıtıcı olabileceğini görmek korkutuyordu gözlerini. birine tam da sarılman gereken anda, ondan bedenen ya da ruhen uzak olmak insanı korkunç kabuslara sürükleyen bir durumdu. tesadüflere dayanarak başlayanları, mesafelerin yıkması olasılığı zaman zaman dikiliyordu önüne.

güzel başlayan her şeyin gittikçe kötüleştiğini ve bir gün bittiğini, hayatının onca zamanında yaşadığından ve bunu pek çok kişiden daha duyduğundan ve en önemlisi okuduğundan beri ne yapacağını bilmez bir haldeydi. o zamana kadar yaşadıklarının hep tekrarlanacağına mı inandırmalıydı kendini yoksa hayatında güzel kalmış çok az şeyin belki de bitmeyip, onunla o nefes almayı sürdürdükçe yürüyeceğine mi inanmalıydı? ikinci seçenek güzel ve belki de sırf güzel olduğu için yani ona çok az kişi çok büyük zorluklarla sahip olduğu için inanılmaz geliyordu.

"masallara inanmaktan vazgeçtim." demişti. ama ne yazık! masallar ona inanmayı sürdürüyor ve peşini bırakmıyorlardı. çünkü dünyaya her an kırılmaya hazır olduğunu belli eden buğulu gözlerle bakıyordu. çünkü bir şeye üzüldü mü ellerinden başlayan bir titreme sarıyordu tüm vücudunu. çünkü ne kadar vazgeçse de birine bağlandı mı bunu hiç kopmayacakmış gibi yapmadan edemiyordu. zaten bunun için de pek çok yanıyordu canı. bunun için çok zor kapanıyordu yaraları.

insan için de bir son vardı elbet. adı ölüm olan. ve sevgi; sevilen gitsin diyelim, her şey bitsin hem de berbat bir şekilde mesela, umut tükensin ya da, devam ediyordu. ölüme kadar da devam edecekti belki de. işte o zaman yine bir tesadüf eseri kısa bir sohbette duydukları geldi aklına. sevgiyle yapılan şeyler kırıcı olmazdı. ve biten her şeye rağmen, geriye dönüp "evet iyiydi." diyebilmek ve o günleri, o günler gözüyle ve o zamanki sevgiyle değerlendirmek düşüncesi, biraz olsun sakinleştiriyordu onu...